Sultan 2. ABDÜLHAMİT Han
Söylendiği ve yazıldığı gibi kötü bir hükümdar değil, aksine büyük ve dahî bir imparatordur. Onun hakkında, henüz, bütün belgeleri gözden geçirerek hazırlanmış tarafsız bir inceleme yapılmamıştır. 1908 Meşrutiyetinden beri “vur abalıya!” kabilinden, aleyhine söyleyip yazmak moda olduğundan, Abdülhamid’in görülmedik derecede fena, kan dökücü bir pâdişâh olduğu inancı uyanmışsa da, bu, tamamen yanlıştır.
Sultan Hamid’in fena olduğunu yazanlar, onun düşmanları olan İttihatçılardır. Yâni Abdülhamid’in 33 yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu batırıp memleketten kaçanlardır. Abdülhamid, kendini savunmamış ve zaman onu haklı çıkarmış olduğu için bugün bir mazlum hâline gelmiştir.
II. Abdülhamid’in hârici ve mâlî siyâseti dâhiyane, maarif ve bayındırlık siyâseti mükemmeldi. Büyük Avrupa devletlerini birbirine düşürerek Türkiye aleyhine birleşmelerini başarı ile önledi, Avrupalı siyâset adamlarından, elçilerinden, gazetecilerinden para ile elde ettiği adamlar sayesinde, batılıların hakkımızdaki karar ve düşüncelerini her zaman vaktinde öğrendi, bu kararları bozmanın ve önlemenin yollarını buldu. Denilebilir ki II. Abdülhamid, Avrupa devletlerini avucunda tutmuş ve onları istediği gibi oynatmıştır.
Mâlî siyâseti de böyledir. Sultan Aziz çağında alınan borçların üçte ikisini ödemiştir. Geriye kalan üçte birinin ödenmesi Cumhuriyet zamanının ortalarında tamamlanmıştır, Abdülhamid zamanında paramızın değeri yüksekti. Yüz kuruşluk lira 108 kuruşa geçiyordu. 33 yılda aşağı yukarı hiç bir şeyin fiyatı değişmemiştir. Bazı aylar aylık verilemediği halde, memlekette açlık ve sefalet denilen şeyler bilinmiyordu.
Abdülhamid zamanında açılan okullar ile yapılan ilmî yayınlar, şaşılacak kadar çoktur. “Sicilli Osmânî”, “Kaamûs ülAlâm”, “Kaamûsi Türkî”, “Lehcei Osmânî” gibi hâlâ ilk elde başvurduğumuz ana kaynaklar bu zamanda yayınlanmıştır. Sonra, pâdişâh olur olmaz “Hamîdet ülUsûl” adı ile tarih metodolojisine âit bizdeki ilk eseri hazırlatması çok dikkate değer.
Abdülhamid’e en büyük kusur olarak, Meclisi Meb’ûsân’ı kapatması gösterilmektedir. Hâlbuki Meclisi Meb’ûsân’ı kapatması Sultan Hamid’in, en uzak görüşlü, milliyetçi ve dâhiyane hareketlerinden birisidir. “Meclisi kapattı, antidemokratik hareket etti, müstebit pâdişâhtı!” teranesi, sathî görüşlülükten ve demagojiden başka bir şey değildir. Bu meclis kapanmasa ne olacaktı? Osmanlı İmparatorluğu medeniyet yolunda en üst dereceye mi çıkacaktı? Aksine, Türkiye İmparatorluğu XIX. Yüzyılın sonunda batacak ve büyük bir ihtimalle, o zaman daha geri bir kültür seviyesinde bulunan Anadolu’yu kurtarmak da mümkün olmayacaktı. Çünkü o zaman 30.000.000 nüfuslu imparatorlukta 10.000.000 Türk, 12.000.000 müslüman gayrıtürk, 8.000.000 da hırıstiyan gayrıtürk vardı. Yâni Türkler nüfusun ancak üçte birini teşkil ediyordu. Hıristiyan unsurlar kültür bakımından Türklerden ileri idi, Rusya ve diğer Avrupa devletleri tarafından korunuyorlardı. Avrupa’da okumuş aydınları çoktu. Arap nüfusu da kültür bakımından Türklerden geri değildi ve Arap milliyetçiliği, hattâ halifeliği Türklerden almak fikir ve düşüncesi başlamıştır.
Bu şartlar altında çalışacak bir meclisten acaba ne gibi kânunlar çıkabilirdi? İmparatorluğu parçalamak için bütün imkânlar hazırlanmaz, Türklük aleyhinde kânunlar çıkmaz mı idi? Mecliste temsilcileri bulunan bütün unsurlar, daha sonra örneklerini gördüğümüz azgınlıklara hemen başlamaz mı idi? İçinde 1,5 milyon Ermeninîn de temsilcileri bulunan bir Meclis olsaydı, acaba, Ermeni hâdisesi olduğu zaman Sultan Hamid, Avrupa’nın gözü önünde rahat rahat tarihî vazifesini yapabilir miydi? Bütün bunları ve diğerlerini düşünmeden hüküm vermek elbette ki, insanı yanlış sonuçlara götürür. II. Abdülhamid, Meclis’i kapattıktan sonra boş durmadı. Açtığı okullarda Türk halkını yetiştirmeye çalıştı. Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarının bütün kumandanları Abdülhamid’in yetiştirmeleridir. Sultan Hamid’in kanlı bir hükümdar ve bir “kızıl sultan” olduğu hakkındaki iddialar da iftiradır. O, ancak, bu vatanı parçalamak isteyen Ermeniler için bir kızıl sultandır. Vatan düşmanları için kızıl sultan olan Abdülhamid, bizim için, olsa olsa, “ak sultan” olabilir.
Hürriyetçi Tıbbiye ve Harbiye öğrencilerini denize attırdığı söylentilerinin iftira olduğu da anlaşılmıştır. Sultan Hamid, siyâsî idam yaptırmamıştır. Kendisine suikast yapanları bile bağışlamıştır. Mithat Paşa’yı Abdülhamid’in öldürttüğü hakkındaki isnat, tarih bakımından müspet değildir. İngilizler tarafından kaçırılırken Mekke şerifinin vurdurduğu yolundaki söylentinin de iyice incelenmesi gerekir. Sultan Hamid’in verdiği en büyük ceza sürgündü. Sürgünlere de aylık bağlardı. Nâmık Kemâl’in mezarını yaptırmak büyüklüğünü de göstermiştir.
1908 de Meclis açılıp mebuslarla konuştuğu zaman: “Geçen Meclisteki gayrımüslüm mebusların hemen hepsi Avrupa’da tahsil görmüş insanlar olduğu hâlde bizimkilerin çoğu ümmi idi. Bu haliyle mebuslarımızı gayrimüslimlerin tezviratına ve devleti baltalamasına mukavemet edemezlerdi. Otuz yıldır birçok mektepler açarak müslüman halkı aydınlatmaya çalıştım. Bilmem, kâfi gelecek mi? Allah muvaffak etsin!”demesi doğru görüşüne delildir. Bunun doğruluğunu anlamak için 1908 Meşrûtiyet Meclisi’ndeki gayrıtürk unsurların küstahça hareket ve sözlerini hatırlamak yetişir.
İttihatçıların ve yamaklarının propagandası ile Sultan Abdülhamid, âdeta, Türklük düşmanı hâline getirilmiştir. Halbuki o, Türklüğü bir silâh olarak kullanmış, Orta Asya Türkleriyle de ilgilenmiş ve ömrünce ancak Söğüt’teki Karakeçili’lerden kurulan Hassa Ertuğrul Alayı’na güvenmiştir.
Bir gün, saray bahçesinde hademelere iş gördürürken, içlerinden birisinin beceriksizliğine kızarak ona: “Eşek Türk!” diye bağıran ve galiba Arnavut olan saray memuruna: “Ben de Türküm!” diye seslenerek o memurun korkudan bayılmasına sebep olmuştur. Millî şuuru kuvvetli olmasaydı, pencereden tesadüfen seyrettiği olayı görmemezlikten gelebilirdi.
II. Abdülhamid’in şâhâne jestleri de vardır. Birinci Dünya Savaşı’nda düşman donanması Çanakkale Boğazı’nı zorlarken ve durum buhranlı iken, hükümetin Anadolu’ya taşınması düşünülmüş ve o zaman Beğlerbeği Sarayı’nda münzevi bir hayat yaşayan Abdülhamid’e, kardeşi V. Mehmed tarafından bir heyet gönderilmişti. Bu heyet, sonradan paşa olan Talât Beğ’in başkanlığında idi ve durumu anlatarak Anadolu’ya geçmenin zaruretini söyleyecekti. Abdülhamid, heyeti sükûnetli dinledikten sonra şunları söyledi: “Ceddim Fâtih Hazretleri İstanbul’u alırken son Bizans İmparatoru şehirden kaçmayı düşünmemiş, ordusu başında ölmüştür. Biz, Bizans imparatorları kadar da mı olamıyoruz ki, bu şehri bırakmayı düşünüyoruz? Osmanlı Hanedanı İstanbul’u terk ederse bir daha oraya dönemez. Muhterem biraderime söyleyin: İstanbul’dan bir adım bile dışarı atamam!”
Abdülhamid, öldüğü zaman, kendisine yapılan ve içten gelen muhteşem tören, onun hâtırasına karşı ve uğradığı haksızlıkları tamir için gösterilmiş bir saygı idi. Bu hazîn törende eski düşmanları olan ve kendisini tahttan indiren İttihatçıların iki büyük siması, Talât Paşa ve Enver Paşa, hüngür hüngür ağlamışlardır.
Sultan Hamid, gaflet ne kelime, en uyanık ve şuurlu insandı. Yıldız tepesinden tek başına Osmanlı İmparatorluğu’nu idare etti. Okullar, yollar ve ilmî yayınlar ile onu yüceltmeye uğraştı. Kuvvetli kurmay subaylar hazırladı. Ermenileri sindirdi. Balkan milletlerini birbirine düşürerek aleyhimizde birleşmelerine engel oldu. Avrupa devletlerini kukla gibi oynattı. Türkiye’de ve Avrupa’da kuş uçsa haberi olurdu. İngiliz entellijensini gölgede bırakan bir haber alma şebekesi kurmuştu. Değerli insanları korudu. Para ile düşmanlarını kul haline getirdi. Çok namuslu idi. Kadınları asla devlet işlerine karıştırmadı. Kan dökmedi. Kimsenin ekmeği ile oynamadı. Böylelikle 33 yıl, içten güçsüz ve dıştan tehlikelerle çevrili imparatorluğu ayakta tuttu. İslâm dünyası üzerinde öyle bir otorite kurdu ki, Avrupa devletleri bu nüfuzdan çekinir oldular. Onun kudreti sayesinde İstanbul ve Rumeli Hıristiyanları Türklere karşı bir aşağılık duygusu içinde idiler. Her ay yüzlercesi, kendi istekleriyle, Müslüman oluyorlardı.
Tahttan indirilmese ve aynı otorite ile devleti on yıl daha idare etseydi, Balkan Savaşı çıkmayabilir, Türkiye Birinci Dünya Savaşı’na girmez ve bu suretle imparatorluk kaybedilmezdi. Sözün kısası, II. Abdülhamid, gafletin ve bîçareliğin zıddı ne ise, onun en muhteşem temsilcisidir. V. Mehmed: Çok iyi kalpli, iyi huylu, babacan vatansever bir hükümdardı. Fakat tahta geçtiği zaman ihtiyar ve hastalıklı idi. Bundan başka İttihatçılar memlekete hâkim olmuşlar ve devleti savaşa sokmuşlardı. Bazı müdâhaleleri dışında, devlet işlerine karışmayan bu mübarek adam Balkan felâketini görmüş, fakat asıl büyük felâketi görmeden ölmüştür.
(Nihal ATSIZ, Tanrıdağ, 10. ve 11. sayı, 10 ve 17 Temmuz 1942)